Bir İlişkilenme Hali: Doğayla İlişki
- Merve Kültepe
- Jun 19, 2018
- 3 min read

İçselleşmemiş ve deneyimsiz bilginin, fark yaratmayan bir bilme hali olduğunu en yoğun gördüğümüz alan çevreye tutumuz belki de. Çevreye verdiğimiz zararı, bu zararın tüm canlılara ve dünyaya nasıl yansıdığı/yansıyacağı rahatlıkla ulaşılabilir bilgiler. Neredeyse hepimiz çevreyi korumamız gerektiğini biliyoruz. Tomris Uyar “Yine de bilmek başkaydı, iliklerinde duymak başka” der. Bu cümleyi her yaşam deneyimi için izlemek mümkün. Çevre konusunda da neden birçok insan ve toplum verdiği zararı vermemesi gerektiğini bildiği halde bunu iliklerinde duymuyor, bu duyarlılığın önündeki duvar ne olabilir, bu yazıda bunu psikoloji çerçevesinden tartışmak istiyorum.
İnsan temelde kendini ilişkiler içinde, ve ilişkiler kurarak var etme eğilimindedir. Hayata ilk geldiğimizde bir ilişkinin içine doğarız, ve hayatta kalmak için bu ilişki gereklidir. Orada insan yavrusunun bu deneyimi ilk algılayışının ben-öteki şeklinden çok, yalnızca “ilişki içinde olma hali, ilişkiyi deneyimleme hali” olduğu tahmin edilir. Gelişim devam ettikçe “öteki” kavramı anlaşılarak, bu diyalog içinde, benlik kavramının inşası başlar. Benlik, bağlamdan azade değildir. Bizler ben diye tanımladığımız şeyi kültür, toplum, aile, ikili ilişkiler içinde diyalogla besleyerek kurarız, ve bu yapıları da etkileriz. Bu inşa karşılıklı bir etkileşimdir. Benlik bağlamı etkilerken, bağlam da benliği etkiler. Dolayısıyla edindiğimiz kimlik ve varlık kendi başına durmaz, ilişkiseldir.
Filozof Martin Buber, ben-sen ilişkisi ve ben-şey ilişkisi’ni ayırır.
Ben-şey ilişkisinde kişi için karşısında kişi ya da şey (mesela doğa) birer araçtır. Bu ilişkinin öznesi kendini büyük ölçüde kendine saklar. Karşısındaki “nesne”yi farklı açılardan değerlendirir, yargılar, ne işe yarayabileceğine bakarak bir alış-veriş hali oluşturur. Sahip olma hissi, kendine hizmet ettiği ölçüde ilişkide olma, eylemler üzerinden ilişkilenme şekli ortaya çıkarır. Kendini aşarak duyarlılık hissedemez, kişi kendine tutunarak hayatla ilişkisini sürdürür. Örneğin karşısındaki kişinin hisleri, bu durumun kendine dokunduğu ve etkilediği kadarıyla bir karşılık bulabilir. Ya da kişiler ben şunu yaptım ama o bunu yapmadı der halde bulur kendini. Bu durum yalnızca ikili ilişkilerde değil, toplumla, kültürle, çevreyle, doğayla kurulan ilişkiler için de geçerlidir.
Ben-sen yaşantısında ise ilişki ayrı ayrı değil, tek bir yaşantıdır. Bir varlıktır. “Ben” birlikte olduğu “sen” ile ilişkisi içerisinde şekillenir. Bu tür yaşantılarda ilişkinin kendisi deneyimlenir. Bir alış-veriş çetelesi tutarak (o bunu yaptı ben şunu yaptım), zorunluluk ya da korku ve kaygılarla sürdürülen yaşantılardan farklıdır. Yani ben-sen ilişkisinde insanın kendini ve ötekini aşarak, bir ilişkiyi deneyimlemesi söz konusudur. Zaman zaman benliğimizin sınırlarının silindiğini hisseder ve bir insanla ya da doğayla, ya da yaptığımız şeyle (örneğin müzik yaparken, dans ederken olduğu gibi) bütünleştiğimizi hissederiz. İşte bu anlar, hayatımızın ilk günlerindeki “ilişki içinde var olma”yı yeniden deneyimlediğimiz ender anlardır.
Sistem ve kültürel normlardan azade olmadığımızı söylemiştik. Ben-şey ilişkisinin ve bireyciliğin (bireysellikten farklı olarak) bu kadar yüceltildiği bir zamanda kendimizi aşarak, kendimizin ötesine geçerek ilişkilenme hali çok deneyimlediğimiz bir şey olmamaya başladı. Artık kurduğumuz her ilişkide önce sıkı sıkı kendi katı sınırlarımıza sarılıyoruz ve ilişki kurduğumuz kişi ya da durumun bize faydasının, hayatımıza ne kadar hizmet ettiğinin ötesinde bir deneyim arayışı olmuyor. Bunun insani duyarlılığı fakirleştirdiğini, farklılaştırdığını düşünüyorum. Çevreyle olan ilişkimiz de ben-şey ilişkisi çerçevesinde yaşandıkça, doğa bize hizmet eden bir yan unsur olarak, “bir öteki” olarak kendi sınırlarımızdan yaşandığı müddetçe kitlelerin gerçek bir duyarlılık hissetmemesi ve çevreye (ve diğer canlılara) karşı zalimleşmesi beklendik aslında.
Duyarlılık tarifi kolay bir yaşantı değil. Duyarlılığın da insanın kendi sınırlarına ve benlik inşasına sıkı sıkı tutunarak yaşanan bir şey olmadığını düşünüyorum. Psikiyatrist Engin Geçtan, duyarlılığın, ortak acılarda birleşmek, kendi yaşadığımız acıyı bir başkasında fark edip, kendimize verilmesini istediğimiz desteği o kişiye vermeye çalışmaktan farklı olduğunu söyler. Ona göre duyarlılık, birinin ya da bir şeyin durumunu ya da hissini, kendimizle karşılaştırmadan hissedebilme becerisidir. Bu da kendi iç dünyamızla ilişkimizin olabildiğince yalın olmasını, ben-sen ilişkisini oluşturabilmeyi gerektirir.
Çevreye ve diğer canlılara duyarlı, doğayı koruyan bir insanı aslında diğer ilişki yaşantılarından tahmin etmek mümkün. Çünkü bir varlığı ve onunla kurduğu ilişkiyi kendinin ötesine geçerek duyumsamak psikolojik bir olgunluk gerektiriyor. İlişkilendiği her varlığı bir araç gibi algılayan bir tutumla ve bunu destekleyen toplumsal normlar içinde, doğayı koruma gerekliliğini herkesin bildiği halde toplam nüfusa oranla bu kadar az kişinin içselleştirdiğini görmek şaşırtıcı değil. Oluş/varlık hali yapmaktan/eylemden önce gelir. Olma hali bütünlük hissiyle, “ben ve hayatım” ayrımının yapılmadığı ahengin içinde yaşanır. Ben merkezcilik insanın gelişim sürecinde deneyimlediği ve her şey yolundaysa aştığı bir özellik olarak tanımlanır. Fakat benlik inşasını bağlamdan ve zamanın ruhundan kopuk bir şekilde değerlendiremeyiz.
Doğadan ve tüm canlılardan kopmuş, kendinin ötesine geçerek kimseyle/hiçbir şeyle ilişkilenemeyen, aslında doğa ve çevresiyle gerçek bir ilişki halini deneyimlememiş insanların, çevre duyarlılığına ulaşması ve bu tavırla yaşamını sürdürmesi gerçekçi bir beklenti değil bana göre. Bu bağlamda, bireyciliği aşırı vurgulayan kültürel normların, ilişkileri yalnızca “ben” etrafından inşa eden öğretilerin sorgulanması ve yeniden yapılanması gerektiği düşüncesindeyim.
Jung “Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyorsa bu, bireyde bir şeyler yanlış gidiyor, dolayısıyla bende de bir yanlışlık var demektir. Bu yüzden, eğer duyarlı biriysem önce kendimi düzeltmeliyim” der. Eğer bir şeyler ters gidiyorsa, kişisel sorumluluğu hissetmek benlik tanımımızı yeniden kurgulamamızı, bu yolla kendimizle ve dünyayla daha bütüncül bir ilişki kurmamızı sağladığı gibi sürekli etkileşimde olduğumuz bağlamları da yeniden yapılandıracaktır.
Sevgiyle
Comments